Özkök unutamadığı kadını yazdı… Hepimiz ona hayrandık: Ayten Gökçer

Hürriyet’in Ankara bürosunun barından girişini sepya bir fotoğraf gibi hala taşıyorum artık yaşlanmaya başlayan hafızamda…

Tarifi güç bir kadındı…

Salona kendisinden önce, hakkında dinlediklerimiz giren bir silüet…

Yedi Kocalı Hürmüz müzikalinden hafızamıza kazınan, genizden gelen hafifmeşrep sesiyle, koltuğa oturup, kadehini eline aldığı zaman, ne Ankara’nın siyaseti, ne Demirel’ler, Ecevit’ler, Erbakanlar, Türkeşler kalırdı…

Artık bütün gecemiz onundu…

Sadece onun “Tanrım” diye başlayan şarkısının, ölünceye kadar içimizde kalacak nakaratı yankılanırdı o salonda…

***

Kimdir Ayten Hanım…

Bir türlü tarif edemediğimiz bir duygu…

Hayranlık…

Yetmez…

Arzu…

Yetmez…

Ulaşılamazlık…

Hayallerimizi aşan bir güzellik…

Ve bizde sadece küçücük iç gıcıklamalar bırakan bir cilve…

Hepimizin hayalet sevgilisiydi dün sabah kaybettiğimiz Ayten Gökçer…

Ama hiç ‘Ayten’ diyebileceğimiz bir samimiyet sınırına indirmediği çok zarif bir mesafe…

Hepimiz ancak o mesafeden sevebilirdik Ayten Hanım’ı…

***

Nasıl anlatabilirim onu şimdi…

Aşık olduğumuzu, en kıskanç sevgiliye bile rahatlıkla anlatabildiğimiz bir güzellik…

Hayranlığımızı saklayamadığımız, hiç çekinmeden sevgilimize bile itiraf edebildiğimiz, Selim İleri romanından çıkıp gelmiş bir kadın portresi…

Anlatırken sevgilimizin gözlerinde bile en küçük kıskançlık kıvılcımı görmediğimiz Ayten Hanım’dı o.

Sanki Tanrı tarafından hepimize bahşedilmiş bir joker sevgililik hakkımızdı bizim.

***

Çok hikâye dinlemiştik onun hakkında…

Hepsi, özgür bir kadının hikayeleri…

Bazıları doğru…

Bazıları ise tamamen uydurma, yakıştırma, .yapıştırma şeyler…

Hepsi de “Hayatın Şeyleri…”

***

Bizden önceki neslin erkeklerinin bir “Fahriye Ablası” vardı.

“İçini gıcıklardı bütün erkeklerin

Altın bileziklerle dolu bileklerin

Açılırdı rüzgârda kısa eteklerin

Ne güzel komşumuzdun sen Fahriye abla…”

Her mahallenin işte böyle bir Fahriye ablası vardı.

***

Bizim neslimizin ise bir Mrs Robinson’u vardı.

Hürriyet’in kapısından girer, salona oturur, hep beraberinde getirdiği neşesini, cıvıltısını Tinker Bell’in büyülü mutluluk tozu gibi üzerimize serperdi.

Bazen gözlerinden başka bir şey göremezdik.

Etrafında bir hayranlık halkası ile oturur, geç saatlere kadar dinlerdik Ayten Hanım’ı…

***

Bizden 7-8 yaş büyüktü.

Yaşlarımız lisenin toy delikanlılarının epey üstünde olsa da, hepimize, Graduate filminin, kendinden büyük kadına aşık olan genç öğrencisi Benjamin Braddock heyecanını işte böyle bir gecikmeyle verirdi.

Anlardık, hayali bir Mrs Roıbinson’a âşık olmanın yaşı yoktur.

Sadece bize mi…Cumhuriyet’in Ankara’sında birkaç neslinin erkeklerine, hepimize yaşatmıştır o Benjamin duygusunu biraz…

Ulaşılmaz…Efsane bir Mrs Robinson’du Ayten Hanım…

***

Tansu’ya rahatlıkla anlatabildiğim bir hayranlıktı benimki…

Tıpkı Maria Callas gibi.

O güzel cıvıltının üzerinde bir diva şalıyla gezerdi.

Shakespeare’ların, Tennesse Williams’ların, Çehov’ların, Cervantez’lerin, Dantelerin meltemlerinden oluşan bir sanatçı şalıydı o…

****

Güzelliğini, neşesini, cıvıltısını ulaşılmaz hale getiren ince bir tül perdeyle hiç kırmadan, üzmeden tutardı o hayranlık mesafesinde…

Her salonun, her masanın, her sahnenin kraliçesiydi.

Dokunamadığımız, sadece hayran olabildiğimiz şahane sanatçı…

Diyorum ya…Hepimizin Mrs Robinson’ıydı Ayten Hanım.…

***

Bugün aynı mezarlığa gömüleceği eşi büyük sanatçı Cüneyt Gökçer’le evliliği Tennesse Williams senaryosu haline gelebilecek bir sanattı…

Çok farklı bir “Bir Kadın Bir Erkek” hikayesiydi…

Ancak onu birlikte yaşayan bir erkeğin ve bir kadının yazabileceği özgür ve büyük senaryoydu…

***

Hepimizin, bir neslin Ayten Hanımıydı…

Yine de sadece bana ait olan tarafları da vardı.

1997’de Maria Callas’ı oynadığı Master Class’ı seyrederken, hayatım boyunca beni çok etkileyen iki büyük kadını aynı kişilik üzerinde görmek mest etmişti beni…

***

Sadece Maria Callas mı…

Taçsız Kral filminde, İzmir çocukluğumun en büyük kahramanı Metin Oktay’la yan geldiğinde yine aynı duyguları yaşamıştım.

***

My Fair Lady’nin Eliza Doolittle’ını, Audrey Hepburn’dan daha çok yakıştırmıştım ona.

Büyük rollerin kadınıydı.

Mançalı Don Kişot’un, Lisistrada’nın, Altıncı Henri’nin, On ikinci Gece’nin, Vanya Dayı’nın, Kiss Me Kate’in büyük Divası…

Yedi Kocalı Hürmüz’ün meydan okuyan özgür kadını…

Bunların hepsiydi Ayten Hanım…

***

Ne diyordu, Atilla Özdemiroğlu’nun bize kim bilir kaç şuh ve neşeli Ege, İstanbul, Ankara gecesi geçirten o şarkısında Hürmüz?

“Tanrım tek başına koyma kulların

Yalnızlığa ancak sen dayanırsın

Güzel çirkin deme sen kayır yine

Bir münasip koca (aşk) ver her birimize…”

Üç yetmez, beş ver…

Beş yetmez yedi ver diyordu…

***

Allah’ın şanslı kuluydu.

Güzelliği vermişti…

Sanatçılığı, hem de en büyüğünü vermişti.

Neşe, cilve ve mutluluğu da kıymetli bir ziynet eşyası, bir çift küpe gibi takmıştı güzel yüzüne, kulaklarına…

O yedi istedi…

Allah ona koskoca bir Ankara neslinin bütün erkeklerinin gizli, açık hayranlığını verdi…

***

Güle güle Ayten Hanım…

Güle güle bizim Ankara’mızın en güzel komşusu…

Güle güle bizim en güzel Mrs Robinson’ımız…

Nur içinde yat Cüneyt Bey’in yanında…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir